Divriği Ulu Cami

Divriği Ulucami ve Darüşşifası

XVII. yüzyıl içlerinde hemen hemen Osmanlı İmparatorluğunun bütününü dolaşan ve dolaştığı yerlerde gördüklerini on ciltlik Seyahatnamesinde dile getiren Evliya Çelebi, 1649 yılında Sivas’dan Diyarbakır’a giderken uğradığı Divriği kasabasını anlatırken, buradaki camilerin en kadimi Ulucami’dir, dedikten sonra bu eser hakkında pek gerçeğe uymayan bazı tarih bilgileri verir ve sonunda şunları yazar: «Üstad-ı mermer bu camiye öyle emek sarf edüp, dar (kapı) ve duvarına öyle bir nakş bukalemun eylemiş ki, ne Ayasluk’daki Sultan Yakup (İsa olacak), ne Bursa’daki Ulucami, ne de Sinop’daki minber-i munakkaş (nakışlı minber), ne Rum diyarında Atina’daki Ebu el – Feth camii, ne Budin serhadindeki Estergon kalesi camii buna eş olamazlar. Elhasıl medhinde diller kısırdır.»

Evliya Çelebi’nin bu derecede hayranlığını çeken Divriği Ulu camii’nin dış süslemesinin bu yorulmak bilmez gezici ve anlatıcıya o çağın Türk dünyasının başka köşelerindeki değerli bazı eserleri hatırlattığı dikkati çeker. Bunlardan Ayasluk yani bugünkü Selçuk daki İsa Bey camii ile Bursa’da Ulu camiin büyük kapısı gerçekten mermer işçiliği bakımından Anadolu’daki Türk Sanatının değerli varlıklarıdır. Sinop’da Ulu camiin minberi ise Türk ağaç oyma işçiliğinin şaheserlerinden biri sayılır. Evliya Çelebinin Divriği Ulu camiinin oyma ve kabartma cephe süslemesinin ustaların zenginliğini ortaya koyarken dayanak yaptığı diğer iki eser imparatorluğun Batı topraklarından seçilmiş, yabancı asıllı fakat o sıralarda cami olarak kullanılan iki önemli anıttır. Bunlardan Atina’daki Fatih camii, Venedik hizmetindeki bir Alman topçu subayının gülle isabeti ile henüz yarı yarıya yıkılmayan meşhur Parthenon mabedi, öteki ise, Macaristan’ın Estergon (Gran) şehrindeki büyük kilisedir. Bunlardan ilki o sırada ilkçağ Yunan Sanatının en güzel örneklerinden sayılan plâstik süslemesine sahip bulunuyor, ötekisi ise aslında Gotik bir kilise olduğundan dışı işlemeler ve heykellerle bezenmiş bulunuyordu. İşte Evliya Çelebi Divriği Ulu camiini imparatorluğun değişik köşelerinden seçilmiş, herbiri çağının ve bağlı olduğu uslubun en güzel eserleri ile karşılaştırmağı uygun bulmuştu.
Divriği kasabası Türklere Anadolu’yu açan 1071 Malazgirt zaferinin arkasından adı kesinlikle bilinmeyen bir Bizans kalesi olarak Türk hâkimiyetine geçmiş ve burası Mengücekoğullarının önemli bir şehri olarak gelişmiştir. Türk yerleşmesi kalenin aşağısında güneyinde yamaçta olduğundan, Ulucami ve bitişiğindeki Darüşşifa da burada yapılmıştır. Eser, kuzey kapısındaki Arapça kitabeden öğrenildiğine göre Mengüç soyundan Süleyman Şah’ın torunu Ahmed Şah tarafından H.620 (M.1223) yılında yaptırılmaya başlanmıştır. Ancak doğu kapı kemerinin alınlığında rastlanan «Sultan Alâüddin Keykubad bin Keyhüsrev’in devleti zamanında, yazısı bazılarını ve bu arada Evliya Çelebiyi de yanıltmış ve yapının bu Selçuklu Sultanın eseri olduğu zannını doğurmuştur. Halbuki bu, Mengücek oğullarının Selçukluların netbuu olduğunu belirten bir yazıdır. Caminin Batı tarafındaki kapıda kitabede de Ahmet Şah’ın adı ile H.626 (M. 1228) tarihinin bulunması, eserin kurucusunun adı hususundaki şüpheleri ortadan kaldırır. Minberin korkuluğunun alt kenarında da Arapça kitabede de H.638 (M.1240) tarihi ve Süleyman Şah oğlu Ahmed Şah’ın adı tesbit olunmuştur. Eserin yapımının ve taş süslemesinin bitirilmesinin hayli uzun sürdüğü, tarihler arasındaki farktan anlaşılır. Bu muhteşem eserin üç yerinde de usta adlarına rastlanması ayrıca ilgi çekicidir. Doğu’da sonraları pencere haline sokulan Hünkâr mahfili kapısı üstünde «Amel-i Ahmed» (Ahmed’i eseri) yazısı okunur. İçeride minberin sağındaki ikinci kemerde ise «Amel-i Ahmed bin İbrahim et – Tiflis» (Tiflis’li Ahmed bin İbrahim’in eseri) yazısı vardır. Ulucaminin vakfiye kaydı zamanımıza kadar gelmemiştir. Ancak bu eser ile ilgili H.800 (M.1397)’de düzenlenmiş bir vakfiyenin sureti bulunmaktadır. Eserin Osmanlı çağında önemli bir tamir geçirdiği ve kuzey-batı köşesine yuvarlak bir destek duvarı yapıldığı bunun üzerine de bir minare inşa edildiği dikkati çeker. Burada da bu «şeddin» H.930 ( M.1523/24) de Sultan Kanuni Süleyman zamanında yapıldığı belirtilmiştir. Minare kapısındaki başka ve bitmemiş bir kitabe de yine XVI. yüzyıla aittir. Eser Osmanlı devrinin son yıllarında da hiç değilse iki defa tamir görmüş bunlar, kendisine has ve başka bir benzeri olmayan özelliklerle dolu bu muhteşem eserde göze batan eklemeler, ana bünyeye aykırı düşen elemanlar olarak kalmıştır. Son yıllarda da yeniden ele alınarak, ömrünü uzatıcı bazı tedbirler alınması yoluna gidilmiş, binanın tamamının üstü yeni malzeme ile örtülmüş, dış duvarların taşları ve sivri külahların kaplaması yenilenmiştir. Bu işler Ulu cami ve Darüşşifaya fazlaca «taze» bir görüntü ile örtü sistemine aslından farklı bir hava vermekle beraber onu kurtarmıştır.
Divriği Ulu camii birbirine bitişik iki ayrı yapıdan meydana gelmiştir. Bunlardan ilki payeli ve çok bölümlü bir cami, diğeri ise camiin kıble duvarına bitişik olarak yapılmış dört eyvanlı düzene göre plânlanan bir Darüşşifa yani hastanedir. Yerli söylenti bunun bir medrese olduğu yolundadır. Bu yapının gerçekten bir darüşşifa yani hastane olduğunu isbat eden bir kaynağın varlığı da bilinmez. Bu binanın sonraları bir süre medrese olarak da kullanılmış bir Misafirhane (tabhane) olduğuna da ihtimal vermek yerinde olur. Birinci yapının aksine bu İkincisinin ekseni dikinedir. Cami yapısının esas cümle kapısı kuzeyde açılmış olup, çeşitli kabartmalar ile bezenmiştir. Bu çifte yapı Divriği kalesinin bulunduğu yamaca yaslandığından, yamacın yükselen kısmında kalan arka duvarı tamamen sağırdır. Bu tarafda sadece Hünkâr mahfili girişi denilen bir kapı bulunmaktadır. Halbuki bunun karşılığı olan öbür cephede camiin ikinci büyük kapısı açılmış olup, ayrıca Darüşşifanın tek cümle kapısı da bu cepheyi süslemektedir. Böylece cami ile darüşşifa birleşiminin şehre bakan cephesinin gösterişli olmasına itina edilmiş, yapının kuzeyden ve batıdan haşmetli bir ifadesi olması istenmiştir.
Cami Kuzey-Güney istikâmetinde uzanan bir dik dörtgen biçimindedir. Her bir dizide dörder tane olmak üzere Kuzey-Güney eksenine paralel sıralanan dört sıra payeler ile kıble duvarı istikametinde beş sahna ayrılmıştır. Bütün Ulucamilerde olduğu gibi bunlardan ortadaki, mihrab yönünün önemini belirtmek üzere diğerlerinden daha geniştir. En dıştakiler ise hepsinden dardır. Ulucamiin uzunlamasına gelişen beş nefti bir hıristiyan basilikasını uzaktan andırması, böyle bir ilişkiyi ıspatlamaz. Yapıldığı yerin yamaç oluşu, camiin benzeri yapılarda olduğu gibi enine gelişmesini önlemiş ve Kuzey-Güney yönünde uzaması tercih edilmiştir. Diğer taraftan her iki yapının belirli bir nisbet içinde bağlanışı, Darüşşifa’nın da sonradan yapılmasına rağmen önceden plânlandığını belli eder. Payelerin üzerine atılmış kemerler, mekânı yirmibeş bölüme ayırmıştır. Bu eserin en ilgi çekici özelliklerinden biri de bu bölümlerin taştan örtülerinde değişik biçimlerin ve motiflerin kullanılmış olmasıdır. Bazı bölümlerin örtülerinin basit oval bir biçimde oluşu bunların eski bir tarihde yıkıldıklarından dolayı olmalıdır. Tamirde, çok büyük ustalık isteyen eski tonozlar yapılmayıp bölümler basit oval tonozlar ile örülmüştür. Orta sahnın, içeri girildiğinde ikinci bölümü de dört uçlu bir yıldız biçiminde şekillendirilmiştir. Bunlardan sonraki üçüncü bölüm ise yapının dam hizasını aşan yüksek bir kubbeye sahiptir. Bu bölümün üstünde evvelce bir aydınlık feneri bulunduğuna ve bölümün ortasında da, Bursa Ulucamide olduğu gibi, avlu geleneğini yaşatan bir şadırvanın bulunduğuna ihtimal vermek yerinde olur. Herhalde bu fener ile şadırvan eski tamirlerde ortadan kalkmıştır. Mihrabın bulunduğu bölümün diğerlerinden farklılığım belli eden işareti konsollara oturan kaburgalarla iç düzeyine dalgalı bir biçim verilmiş süslü ve yüksek bir kubbe ile örtülü oluşudur. Bu «maksure» kubbesinin bütün yapı kompleksi içindeki önemi, dıştan da binanın bütününe hâkim dilimli sivri bir taş külahla örtülmek suretiyle de ayrıca belirtilmiştir. Bu sivri külah, bu unsura adeta bir türbe görüntüsü verir. Mihrabda da taş süsleme varsa da buradaki kalın ve geniş profilli çerçeve, bu önemli unsuru zarif olmaktan uzaklaştırmıştı. Yanındaki Tiflisli İbrahim oğlu Ahmet adında bir ustanın eseri olan ahşap, geçmeli yıldız motifli ve âyet yazılı minber ise bu tür eserlerin işçilik ve süslemesinin seçkin güzelliği bakımından şaheserlerinden sayılmaktadır. Taş işlemeciliği bakımından gösterilen itina ve harcanan emek ağaç işçiliğinde de vardır. Kuzey ve Batı kapılarının kanatları,Gabriel’in eserindeki resimlemen anlaşıldığına göre geçmeli tahta panolardan meydana gelmişti. Bunlardan “Kuzeydekiler kare bir göbek etrafında düzenlenmiş, batıdakilerin ise alt ve üstleri kare, orta bölümleri ise yıldız biçiminde idi. Çok harap durumda günümüze kadar gelebilmiş bir kaç pencere kanadının herbirinde de ayrı ve zengin bir süsleme düzeninin varlığı kendisini belli etmektedir.
Caminin Güney tarafında olan Darüşşifa ise kitabesinden anlaşıldığına göre, H.626 (M.1228) yılı başında Erzincan emiri Fahreddin Behram Şah’ın kızı Turan Melik Hanım tarafından yaptırılmıştır. Turan Melik’in, Mengücek oğlu Ahmed Bey ile ilgisi aydınlığa çıkmamakla beraber, onun karısı olduğu rivayet edilir. Haşmetli ve zengin bir süsleme ile kaplanmış bir cümle kapısının içeri geçit verdiği Darüşşifa tamamen Orta-Asya Türk yapı geleneğine bağlı dört eyvanlı ortası avlulu tipte bir yapıdır. Orta avlu dört payeye yaslanan kemerlere oturan bir örtü ile kapatılmış ise de bunun ortası, avlu geleneğinin hatırası olarak açık bırakılmıştır. Altında, yapının tam ortasında bir şadırvanın bulunması gerekir. Zamanla, yapının tonozlarında büyük tahripler olmuş ve bunlar büyük ölçüde yıkıldıklarından, boşluklar ahşap çatı yapılmak suretiyle kapatılmıştır. Darüşşifanın iç mimarisinin ince bir zevkle bezenmiş olduğu dikkati çeker. Nitekim içerideki dört payeden ikisinin yuvarlak gövdeleri, birbirinden değişik olan geçme motifi ile süslendiği ve diğer ikisinin başlıklarının alışılmamış bir süslemeye sahip oldukları gibi, büyük eyvan kemerinde de iki süs frizinin bulunduğu görülür. Giriş eyvanının sağındaki bir merdiven, üst kat odalarına çıkışı sağlar. Batıda büyük eyvan vardır. Bunun örtüsü çok zengin profilli bir yıldız biçiminde şekillendirilmiştir. Tonozun tam ortasında ise taşlar bir merkezden spiral şekilde dönerek açılan daireler halinde sıralanmıştır. Büyük eyvanın Kuzey tarafındaki kubbeli oda ise bir türbe olarak düşünülmüştür. Sandukalar lacivert, mavi, beyaz çiniler ile kaplanmıştır. Başka benzerlerinde de olduğu üzere türbenin kubbesinin sivri külah biçiminde bir kılıf içinde olması gerektiği düşünülerek, son tamirde bu külah tamamen yeniden yapılmıştır.
Divriği Ulucamisi ile yanındaki Darüşşifa olarak kabul edilen yapının kapıları Türk Sanat Tarihinin üzerinde en fazla durulan konularıdır. Camiin doğu kapısı süslemesi bakımından Anadolu’nun başka Türk eserlerindeki kapılardan farklı değildir. Mukarnaslı kapı nişi, zengin geometrik süslemeli iki çerçeve ile sınırlanmıştır. Halbuki kuzeyde ana eksen üzerindeki esas kapı taş süslemesi bakımından şaşırtıcı bir görünüşe sahiptir. Kuzey kapısında, niş kadar bunun etrafını çevreleyen çerçeve de Anadolu Türk sanatında başka bir benzerine rastlanmayan bir biçimde ve bir süsleme düzeninde meydana getirilmiştir. Burada bütün yüzler birbirine bağlanan kalabalık, çeşitli motifler işlenerek doldurulmuştur. Bu motiflerin çoğu tek olarak ele alındıklarında Türk sanatının değişik dallarında bilinen, kullanılagelen motiflerdir. Fakat hepsinin bir arada toplanışı bu kapıya alışılmamış bir görünüş kazandırmıştır. Bunların arasında Orta Asyanın uzak geleneklerine bağlanabilecek motiflerin varlığına da işaret edilebilir. Eski Türk Şamanizminin sembolleri de bu kalabalık dekorasyonda yer almıştır. Bu zengin, hareketli, şaşırtıcı ve ağırlığı ile adeta seyirciyi ezen bezenmenin, doğu kapısının sakin, açık ve ritimli estetiğinden çok farklı olduğu gerçektir. Alt köşe sütünçelerinin üstünde, Avrupa Gotik portallerinde olduğu gibi sütünçe demetlerinin bulunuşu pek başarılı sayılmaz. Batı kapısının süslemesi ise çok daha sakin ve Doğu kapısınınkine yakındır. Süslemesi dokuma sanatını andıran bu kapının çıkıntısının iki yanlarında da arma motifi olarak zarif şekilde stilize edilmiş çift başlı kartal kabartmalarının işlenmiş olması ayrıca dikkate değer. Darüşşifanın kapısı da, camiin esas kapısı derecesinde zengin ve değişik bir düzende bezenmiştir. Burada Türk sanatında alışılmamış unsurlar daha kuvvetle kendilerini belli ederler. Kapının kademeli büyük kemeri kuvvetle ileri taşmakta ve adeta bir Gotik girişi hatırlatmaktadır. Üstte köşelerdeki mukarnaslı konsollar bunu daha da kuvvetlendirir. Kapı nişinin yüzü geometrik motifler ve alınlığı yıldızlar ile süslenmiştir. Ortadaki bir pencereyi, organik olmayan, adeta vitrine yerleştirilmiş değerli bir biblo havasında, gövdesi süslü bir sütun ayırır. Bu kapının kabartmaları arasında insan tasvirlerinin de bulunuşu ayrıca kayda değer. Bunların Ahmed Şah ile Turan Melik Hanım’ın resimleri olduğu yolundaki iddia ise dayanaksızdır.
Divriği Ulu Camii ile Darüşşifasının kapı süslemeleri, Türk Sanatının ağaç, maden, kumaş ve taş işlemelerindeki motiflerin hepsinden faydalanan, bunları alışılmamış bir zenginlikte ve nispet ölçülerinde bir araya getiren bir anlayışın eseridir. Usta veya ustalar burada bir yenilik yapmak istemişler, bunda çok eski bilgilerden, geleneklerden, inançlardan da faydalanmışlardır. Bunu yaparken, o çağda hâkim olan bir sanat zevkinin, Türk süs elemanları ile tatbikçisi olmuşlardır. Bu arada bir kısmı kozmik, bir kısmı bugün manasını çözemediğimiz bitkisel semboller, eski bir takım inançların esrarlı işaretleri olarak kullanılmıştır. Ve bütün bunlar, o çağın sanat zevkinin bir belirtisi olarak bir araya getirilmiştir. Divriği Ulu Camii ve Darüşşifası kapıları, kanaatimizce şu veya bu, sanat çevresinin tesiri altında değil, fakat o çağda esen çok yaygın bir sanat eğiliminin paralelinde ortaya çıkmıştır.

Semavi Eyice

Divriği Ulu CamiMurat KAYA
  • 3
  • 7.4 K